12 KASIM 1999 DEPREMİNİN EN YAKIN TANIKLARI KONUŞTU: “KIYAMETİ GÖRDÜK”
Düzce’de 12 Kasım 1999 tarihinde yaşanan felakete tanıklık eden ve kamuoyuna aktaran gazeteciler yaşadıklarını anlattı. 26 yıl önce yaşadıklarını “kıyamet” olarak nitelendiren gazeteciler, Düzce’nin yaşanan acılardan ders çıkararak yüksek katlı yapılaşmaya son veren örnek bir kent olduğunu belirttiler.
26 yıl önce, 12 Kasım 1999 gecesi saatler 18.57’yi gösterdiğinde Düzce, Türkiye tarihinin en yıkıcı depremlerinden biriyle sarsıldı. 7.2 büyüklüğündeki deprem, sadece binaları değil, binlerce insanın hayatını, umutlarını ve şehir hafızasını da yerle bir etti. Yıkımın ortasında kalan Düzceliler, bir yandan sevdiklerini ararken bir yandan da hayatta kalma mücadelesi verdi. Enkaz altında yankılanan “Sesimi duyan var mı?” çığlıkları, o geceyi yaşayan herkesin belleğine kazındı.
Felaketin ardından geçen 26 yılın ardından, Düzce Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, o gecenin en yakın tanıkları olan gazetecilerle bir araya geldi. O dönemde yaşananları belgeleyen, kamuoyuna ilk görüntüleri ulaştıran basın mensupları, hâlâ dün gibi hatırladıkları o anları anlattı.
HASAN KAYA: “GELDİ GEÇTİ, CİĞERLERİMİZİ, YÜREKLERİMİZİ DELDİ GEÇTİ”
Gazeteci ve TV programcısı Hasan Kaya, ana haber bülteni hazırlığı sırasında depreme yakalandığını anlatarak, “Bugün gibi hatırlıyorum. Ana haberleri sunmak için üst kata çıkacağım. Montumu çıkardım, kravatımı taktım. Ceketimi giyerken bir gürültü, kıyamet koptu. Televizyon binasında 8-10 kişi var. İçlerinde yaş olarak en büyük kişi benim. Üst kattan aşağıya koşarak geldiler. İkinci kattayız, merdiven yıkıldıysa boşluğa düşmesinler diye kapının önünü kapattım. Ümit Çetin arkadaşımız bağırdı; ‘Ağabey hepimizi burada öldüreceksin, Allah aşkına aç kapıyı, çıkalım. Hepimizin vebalini alacaksın, günaha gireceksin.’ Sarsıntı durdu, kapıyı açtım. Kendim de indim. Arabaya koştum, kamerayı almaya. Arabanın üstüne bina yıkılmış, ite kaka kamerayı aldım, başladım çekim yapmaya. İnanılmaz toz bulutları ve ‘sesimi duyan var mı’ çığlıkları halen kulaklarımda.”
Kaya, o anlarda tek düşündüğünün kızını görmek olduğunu söyledi ve sözlerini şöyle sürdürdü: “Aydınpınar Caddesi’ne koştum. Aydınpınar Caddesi yerle bir olmuş. Kızımın sesini duyana kadar yaşayıp yaşamadığımı bilmiyorum. Çıkmışlar tarlaya, birinci depremde orada toplanmıştık. Kameranın ışığını görünce, ‘baba’ diye sesini duydum. Dünyalar benim oldu, ama çocuğunun, annesinin, babasının sesini duyamayanlar o kadar çoktu ki.”
Sonrasında günlerce enkaz aralarında çalıştıklarını anlatan Kaya, “Eski devlet hastanesinin oraya gittiğimde bir baktım kamyonetlerle geliyor cenazeler. Sonrasında kimliği tespit edilenler yine kamyonetlerle sıra mezarlara konuluyor. Cenaze namazını kılacak kimse yok. O gün orada çok ağladım. Acılar o kadar çok birikti ki, o kadar çok iz bıraktı ki, o kadar çok sevdiklerimiz gitti. Her deprem yıldönümünde selaları duydukça çok üzülüyorum. Geldi geçti, ciğerlerimizi, yüreklerimizi deldi geçti.”
Kaya, yaşanan acıların unutulmadığını ve kentin 25 yılda büyük yol aldığını vurgulayarak, “Aynı acıları yaşamamak adına Düzce’de yapı stoğunun yüzde 80’i yenilendiği ve yeni binalar deprem yönetmeliğine göre yapıldığı için o zaman yaşadığımız gibi enkazların, toz bulutlarının altında kalmayacağız inşallah” dedi.
DİLAVER KAMBUR: “YERYÜZÜ HALI GİBİ DALGALANDI”
Gazeteci-yazar Dilaver Kambur ise, “Düzce’de 1999 bir felaketti. 70 gün arayla 2 defa olan depremler Düzce’nin hayatını çok etkiledi” dedi.
Depreme Soğukpınar Mahallesi’ndeki evinde yakalandığını anlatan Kambur, “Öyle bir şeydi ki, hani derler ya kıyamet senaryoları diye. 12 Kasım tam bir kıyamet gibiydi. Yeryüzü bir halı gibi hareket ediyordu. Bir kamyoncu arkadaşım Kaynaşlı’da bir kilometrelik düz yolda küçük dağcıklar oluştuğunu söyledi. 1999 depremi sadece yıkım yapmadı. İnsanların psikolojilerini, hayat tarzlarını, anneleri, babaları, hepsini bir bir kopardı. Bu yaraları uzun yıllar çektik. 12 Kasım depremi çok özel, anlatılması çok zor, yaşanması gereken bir şey. Tam bir felaket. Annenin evladını evinden kaçarken almayı unuttuğu tam bir korku dünyası. O günleri Allah bir daha yaşatmasın. Yaşarsak da binamız yıkılacak korkusu olmasın” dedi.
Depremden sonraki 1,5 yıl boyunca Düzce’nin görüntülenmesi için görevlendirildiğini anlatan Kambur, “O yaşadığım 1,5 yıl anlatılmaz. İnsanların bir makarnaya muhtaç olduğu, izolasyonsuz soğuk çadırlarda bir lokma bir hırkayla yaşadığı yıllar. O dönemi böyle yaşadık. Helikopterle Düzce’nin semalarında dolaşmıştık. Tarlaya, hurdaya dönüşmüş bir şehir vardı. Yaklaşık yüzde 40’ı yerle birdi. Yatmış binalar, yıkılmışlar, çok dehşet bir şeydi. Çok mutsuz görüntüler vardı. O dönemde Düzce’yi sokak sokak, mahalle mahalle gezdiğimizde birçok olaya şahit olduk. Bulvar Caddesi’nde bir anneyi hatırlıyorum. Yıkılmış binanın önünde eşi çocukları çıkartılmış. Ona ‘ne ihtiyacın var, sana nasıl yardımcı olalım, karnın aç mı’ diye soruyorlardı. O da ‘hiçbir şey hatırlamıyorum, açlığımı hatırlamıyorum, dünyayı hatırlamıyorum, bana çocuklarımı getirin’ dedi. Çocuklar kurtarılamamıştı ne yazık ki” şeklinde konuştu.
LEVENT ÖZTÜRK: “HABER YAPARKEN DOĞDUĞUM ŞEHRİN YIKILIŞINA TANIK OLDUM”
TRT Haber Muhabiri Levent Öztürk de, 12 Kasım günü Düzce’ye haber yapmak için geldiğini, birkaç saat sonra ise depremin merkezinde kaldığını söyledi. Öztürk yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “17 Ağustos’ta Sakarya’da başlamıştı depremle ilgili olağanüstü zorlu günlerle ilgili imtihanımız. Aradan 3 ay kadar geçince genel yayın yönetmenimiz ‘Gölcük’e, Sakarya’ya, oradan da Düzce’ye geç, izlenimlerin hakkında bir dosya hazırla’ dedi. Ekip arkadaşlarımla yola çıktık. 11 Kasım gecesi Düzce’ye geldik, Gümüşova’da ailemde kaldım. 12 Kasım sabahı Düzce’ye geldiğimizde bizi karşılayan ‘Düzce 81. İl Hayırlı Olsun’ tabelalarıydı. Her yeri süslemişlerdi. O gün kentin bütün ileri gelenleri Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Düzce’nin 81. İl olması konusunda görüşme için Ankara’ya gitmişlerdi. Onlarla röportaj yapmak istemiştim, ama bu ziyaretten dolayı hiçbirine ulaşma şansımız olmamıştı.
Vatandaşlarla yaptığımız röportajlarda endişe devam ediyordu. Evlerine girenler halen tedirginlerdi. Akşam saat 17.00 gibi çekimlerimiz bitti. Hastane Caddesi’nde büyük bir markette alışveriş yaptık. Kocaman bir çatlak dikkatimi çekmişti. Yola çıktık, kısa bir süre sonra yol üzerinde bütün ışıklar söndü. Ben orada anladım bir şey olduğunu, ama böylesine bir depremi tahmin etmedim. Radyodan, merkez üssü Düzce olan bir deprem diye duydum, arabayı hemen geri çevirdik. Kısa bir süre sonra Düzce Merkez’e geldiğimizde ilk gittiğimiz yer Hastane Caddesi oldu. Ve gördüğümüz manzara benim için gerçekten çok acıdır. Alışveriş yaptığım market yerle bir olmuştu. İçerideki hiç kimse kurtulamadı. Ben de bunu canlı yayında anlatmak zorunda kaldım.
Gerçekten anlatılması çok güç, yaşayanlar bilir. Birkaç saat önce gezdiğim, haberini yaptığım caddeden eser kalmamıştı. Bütün binalar çökmüştü, dumanlar yükseliyordu. Buz gibi bir hava.
İlk gittiğimiz yerlerden biri de Devlet Hastanesi oldu. Orada çok daha feci bir manzara vardı. Bütün yaralılar, getirilen cenazeler yerlerde. Olağanüstü bir çaba vardı. Diğer meslektaşlarımızla kamuoyuna depremin ne kadar ciddi bir hasar verdiğini anlatıp, acilen yardım getirilmesi konusunda mesaj vermeyi düşündük. Cep telefonuyla sinyal aldığım ilk yerden haber bültenine bağlandım ve durumu anlattım. Kelimeleri bile hatırlıyorum; ‘ne varsa gönderin, Düzce tamamen yıkıldı, sizin yardımınızı bekliyor’ dedim. Etkili de oldu. Hemen konvoylar yola çıktı, yardım ulaştı. Ama açık söylemek gerekirse benim için en acı tecrübe; doğduğum, çocukluğumun geçtiği, mesleğe ilk başladığım her sokağını, caddesini iyi bildiğim, okul arkadaşlarımın, aile dostlarımın yaşadığı evlerin yıkılmasıydı. Yardım ekipleri gelene kadar bir yandan ortamı çektik, ama diğer taraftan da elimizden geldiği kadar yardımcı olmaya çalıştık.
Dayımın ailesi ile kaldığı eve gittiğimde, komple yıkıldığını gördüm. Her ne kadar gazetecilik refleksiniz olsa da insani duygularınızın önüne geçemezsiniz. Haykırarak kazmaya başlamışım. Kısa bir süre sonra dayımlar yanıma gelip, biz buradayız dediler. Bu da benim için unutulmaz bir anıdır. Allah hayatını kaybedenlere rahmet eylesin. Çok acı şeyler.
Düzce’de bir mucize de oldu. Kültür Mahallesi’nde 104 saat sonra çıkarılan bir hanımefendi vardı. Kimsenin o şartlarda hayatta kalma ihtimali vermediği bir kurtarmaydı bu. O da tanıklık etmek bizi çok mutlu etmişti. O tür mucizeler, insanlara moral ve umut veriyor. Benim afet haberciliğinde en önemli sınavlarımdan biridir Düzce depremi. Zor günler geçirdi Düzce, ama depremden sonra yapılabilecekler konusunda en güzel örneği veren şehir oldu.”
ÜMİT ÇETİN: “BENİ MONTAJA ÇAĞIRMASALARDI O MARKETTE ÖLECEKTİM”
Gazeteci Ümit Çetin, depremde enkaz altında kalmaktan dakikalar ile kurtulduğunu anlattı: “Hastane Caddesi’ndeki bir markette toplantıdaydım. Haber merkezinden aradılar, ‘haber montajı yetişmiyor, acilen televizyona gelmen gerekiyor’ dediler. O dönem Öncü TV’nin ofisi İstanbul Caddesi’ndeydi. Hızlıca oraya geçtim. Depreme televizyonda montaj odasında yakalandık. Duvarlar patladı, kasetler üzerimize düştü. Arkadaşım Okan’la birbirimize sarılıp siper olduk. 17 Ağustos’u yaşamış olmamız nedeniyle ikinci bir deprem beklemiyorduk. Binadan dışarıya kendimizi atmamız çok zor oldu.
Dışarı çıktığımızda şunu fark ettik, birçok yerde yıkım vardı. Beni en çok etkileyense depremden 10 dakika önce terk ettiğim market binasının yıkımı olmuştu. 15-20 dakika önce sohbet ettiğim kasiyerlerin hepsi vefat etti. Beni montaja çağırmasalardı, biz de o binanın altında kalacaktık. Depremin hafızalarımıza kazınan en büyük etkisi benim için budur.
Önce herkes gibi ailemi de merak ettim. Onları eve gidip sağ salim görene kadar benim için hayat durmuştu. Ailemi sağ görünce tamamen işe odaklandık. Biz ilk çıktığımızda yanımıza hiçbir şey almamıştık. O esnada insan gerçekten bir şey düşünemiyor. Dışarıdaki kargaşayı gördük, sonra biraz hafızamız yerine gelince o anları kaydetmek istedik. Bu gazetecilik refleksi. Arkadaşlarımızla birlikte binaya girip kameralarımızı aldık. Eğer başımıza bir şey gelecekse birlikte olsun diyerek aynı anda binaya girdik.
Aracımızı bir bankanın önüne bırakmıştık. Üzerine banka binasının yıkıldığını gördük. Tabi o dönemde teknoloji çok gelişmemişti. Kısıtlı bataryalarla birçok yerden görüntü almaya çalıştık. Binaların altından bağrış çağırış duyuyorduk, ama elimizden çok bir şey gelmiyordu.
Gün ağarmadan aslında depremin ciddiyetini çok da fark edemedik. Yardımları ve ekmek kamyonlarını görünce ciddiyetin farkına vardık. Düzce Şehir Stadı o dönemde yardımların geldiği dağ gibi ekmeklerin üst üste koyulduğu bir yer haline gelmişti. Bu görüntüleri hafızamdan silemiyorum. Çadırkent olan yan sahada çocukların yalın ayak dolaşması beni çok etkilemişti.
Şuan Düzce’de çok katlı binalar yapılmıyor. Düzce’nin yapı stoğunun yüzde 80 oranında yeni olduğu biliniyor. Birçok kör noktalar merkezi konuma geldi. Düzce artık kabuğunu kırdı diyebiliriz. İstanbul ve Ankara arasında parmakla gösterilen bir il oldu. Düzce geleceğin vizyon şehirlerinden olmaya aday.”
HARUN CAN ŞERBETCİ: “O GÜRÜLTÜ, O TOZ, O ÇIĞLIKLAR HÂLÂ KULAĞIMDA”
Gazeteci-yazar Harun Can Şerbetci, depreme Şaguç Köprüsü civarında yakalandığını belirterek, yaşadıklarını şöyle anlattı: “İşten çıkmıştım, eve gidiyordum Şaguç köprüsü civarında depreme yakalandım. Kendimi yere attım. Yerden Aydınpınar Caddesi’ni izlemeye başladım. Arabaların farlarından binaların, elektrik direklerinin çöktüğünü gördüm. O gürültü, o enkaz tozu, insanların bağırma sesleri aklıma geldikçe kanım çekiliyor.
Deprem olduğunda ilk ailem ve dostlarım aklıma geldi. Yanımda kameram vardı. Aydınpınar Caddesi’nde ilerledim, yanan evleri görüntüledim. Gazeteci arkadaşlarımızla toplandık. O gece hep birlikte devam ettik, hiç uyumadık, kayıp insanları aradık. Sabaha kadar bir kaos ortamı vardı. Asıl yıkımı sabah olunca gördük. Evlerin başındaki çaresizlikleri gördük.
Çay Mahallesi’nde çöken binanın altından bir çocuk çıkarıldı, annesi kaldı, kimse binanın altına girip kadını alamadı. O kadar enteresan ki bina biraz daha yatsa enkaz altında kalacak. Kadının ayakları sıkışmıştı, akrabaları geldi traktörle kadına halat bağlayıp çektiler ve kurtardılar. O görüntüleri unutamıyorum.
Ulusal medya bizden sürekli görüntü istiyordu. O zaman böyle teknoloji yoktu. Manuel makineler vardı. Gazeteci arkadaşlarımızla çok yardımlaştık. Haberleri yazıp, filmi ve haberi zarfa koyup o şekilde Ankara ve İstanbul’a gönderiyorduk.
Şuan Düzce imar konusunda çok iyi durumda. Devletimizin ve belediyemizin bu işe önem vermesi çok önemli. Çok katlı binaların önüne geçildi. Düzce deprem bölgesi, ama eskisi kadar çok korkmuyoruz. Artık Düzce’de büyük yıkımların olacağını düşünmüyorum. Ben depremden ders aldığımızı düşünüyorum.”
ALİ YILDIZ: “BU ŞEHİRDE YAŞANAN HER ŞEYİ BİZ EN YAKINDAN GÖRDÜK”
İHA Düzce Temsilcisi Ali Yıldız ise 12 Kasım 1999 depremi ve sonrasında yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “12 Kasım Düzce’de yaşadığımız iki büyük depremden bir tanesiydi. Kızım Melike 6 aylıktı, o saatlerde kızımı ayağımda sallıyordum. Deprem oldu. Kızımı yastığın arasına alıp mutfağa doğru koştum, daha sonra hep birlikte dışarıya çıktık. O an aklımda dışarıya çıkmak ve haber yapmak vardı.
Biz gazeteciler belge ve belgesel niteliğindeyiz. Bu şehirde yaşanan her şeyi biz en yakından gördük. 12 Kasım depreminde 105 saat sonra enkazdan çıkartılan teyzemizin başında da vardım, en son çıkartılan vefat eden vatandaşımızın başında da vardım. Beni en çok etkileyen Sefa teyzemiz oldu. Kendisi enkazdan çıkarıldıktan sonra su istedi. Çok uzun süre susuzluğa maruz kalmıştı. Ona meyve suyu verdiler. ‘Ben sizden su istedim, bana meyve suyu veriyorsunuz’ dedi. Kolunun kesilip çıkarılması hatıralarımızda, bilinçaltımızda kaldı. Sefa teyzemizle daha sonra röportaj yapmıştım. Vefat etmiş babasının kendisine su ve yiyecek getirdiğini anlatması beni çok farklı yerlere götürüyor. Kendisi böbrek rahatsızlığı olmasına rağmen, enkazdan çıktıktan sonra hastalığının da ortadan kalkması beni derinden etkiledi.
Gazeteci olarak gündüz sokaktaydık, akşam çadırımıza dönüyorduk. Zordu, kış mevsimiydi, anlatılmaz yaşanır derler ya, biz yaşadık. O günkü koşullarında çalışmak bize terapi gibi geldi. İçimize bazı şeyleri atmadık, yoğun bir tempoydu. Hayatı yaşayarak, devam ettirerek depremi daha rahat atlatmış olabiliriz.
Bizim bir tane canlı yayın aracımız İstanbul’dan başka bir şehre doğru giderken tesadüfen Düzce yakınlarında depreme yakalandı. Canlı yayın aracını yolun kenarına çekip depremin ilk görüntülerini dünyaya servis ettiler. 17 Ağustos’tan bir iki gün sonra yardımlar bize ulaşmışken, 12 Kasım depreminden hemen sonra o yayın ile birlikte birçok kurum ve yardım Düzce’ye anında ulaştı. Depremin akabinde Düzce’ye bir çok canlı yayın aracı geldi. Tüm Dünya’ya Düzce’den haber servisi yapıldı. İlk kez dijital fotoğraf makinesini deprem zamanında kullandık. Çok uzun süre de ofis olarak konteyner kullandık.
O dönemde arabam yok, Aziziye Mahallesi’nde Pazaryerine Alman Başkonsolosu’nun eşi kapalı çadır kent kurdu. Haber yapmak için o bölgedeydim. Röportaj yaparken telefonum çaldı, bir çadır yangını olduğu söylendi. Pazaryerinden Çay Mahallesi’ne kadar koşa koşa gidip oradan görüntü alıp merkeze ulaştırmak için mücadele vermiştim. Zor günlerdi, zor günler geçirdik.
O dönemlerde Ankara’ya bile sesimizi duyurmak çok daha zordu. Düzce il olmayı hayal ederken yıkılmış bir şehir oldu. Kendi küllerinden yeniden doğdu, yeniden geliştik. İl olalı 25 sene oldu. Birçok caddede enkazlar çok uzun süre kaldı.
En son yaşadığımız 5.9’luk depremde hiçbir binanın yıkılmaması ve can kaybının olmaması Düzce’nin artık depreme karşı bilinçli olduğunu gösteriyor. Yüksek katlı yapılaşmanın önüne geçildi. İnşallah bir daha böyle büyük bir deprem yaşamayız. Hükümetin politikası, Düzce Belediye Başkanı Dr. Faruk Özlü’nün kentsel dönüşüm çalışmaları Düzce için belki de yarın öbür gün oluşabilecek kötü senaryoların önüne geçecek. Bence buna da destek olunması gerekir diye düşünüyorum.”
ÖMER ÜRER: “DEPREMLE BİRLİKTE GAZETECİ OLDUM”
Anadolu Ajansı Düzce Temsilcisi Ömer Ürer, depremi “hayatının dönüm noktası” olarak tanımlayarak şunları anlattı: “12 Kasım depremine Düzce Merkez’de yakalandım. Fiilen gazeteciydim diyemem, çıraklık dönemimdi. Başka iş kolları ile gazeteciliği aynı anda yürütüyordum. 12 Kasım benim için bir milat. Gazeteciliğe başlama kararım bu afetle birlikte, insanlara nasıl faydalı olabiliriz ile başladı.
Bu afeti her yaşayan bunun gibisi asla olmadı diyor. Ben yıllardır afet bölgelerinde görevlendirildim. Bizler de insanız sonuçta. Acılara tanıklık ediyoruz. Bu bizim psikolojimizi ister istemez etkiliyor. Hepimizin çocuğu, ailesi var. Empati kurmak zorunda kalıyoruz. Biz bunları en acısı ile yaşadık. Bence 6 Şubat depremine kadar söylenen asrın felaketi tam yerini buluyor.
Aklıma ilk ailem, en yakınlarım geldi. Acaba evde yıkım olmuş mudur? En yakınlarınızdan başlıyorsunuz sorgulamaya. Akrabalarımdan kaybettiğim olmuştu. Biraz acı olacak ama cenazesini bulduğumuza sevinmiştik.
Çıraklık seviyesinde olduğum için ilk etapta gazetecilik refleksleri ikinci planda kalmıştı. Babam da o dönemde devlet hastanesinde röntgen teknisyeniydi. Kendi ayağı kırılmasına rağmen orada gelen yaralılara yardım ediyordu. Babam bu haliyle yardım ediyorsa ben nasıl yardım edebilirim diye düşünmeye başladım. Gazeteciliğin içinde çok olmadığım halde elime kamerayı alıp insanlara nasıl yardımcı olabilirimin peşine düştüm.
Aydınpınar Caddesi’nde arabam vardı ve yakınlarıma en kısa sürede ulaşmak için yola çıkmıştım. Enkazların ve molozların üzerinden arabayla geçmek zorundaydım. O esnada lastiklerim patlamış, ona rağmen gitmeye çalışıyorum. Toz yığınından çıkmış insanlar, şığı gören arabaya koşuyordu ‘İçeride insanlar var, ne olursunuz kurtarın’ diyorlardı. O bir-iki dakika hiç gözümün önünden gitmiyor. Benim için unutulmaz bir sahneydi.
Ben foto muhabiriyim. Bugünkü şartlarımızda saniyede 25 kareye kadar fotoğraf alabiliyoruz. Ama o dönem bize verilen 36 karelik fotoğraf filmiydi. 36 kareye o gün neler yaşandığını sığdırmamız gerekiyordu. Burada olanları duyurabilmek için insanlara kasetlerimizi verip, ‘lütfen bunu ulaştırın’ diye ricada bulunuyorduk. Çok kısıtlı imkanlar. Hem enkaz altından insanları çıkarma çabası, hem buradaki durumun ne kadar büyük olduğunu insanlara duyurma çabası, hem de elimiz kolumuz bağlı, çaresiziz. Biz gerçekten mağduruz. Yardım geliyor, onu almaya utanıyoruz. İnsanlar helikopterin gelmesini bekliyordu, ekmek atılsın, alalım diye.
Abdurrahman Antakyalı; Anadolu Ajansı’nın bizim dönemimizde fotoğraf servisi müdürüydü. Kaynaşlı’da bir bölgede gençlerin çok olduğu lokal gibi bir yerde 20 genç enkaz altında kalarak vefat etmişti. Bir amca da o ana şahitlik etmiş, gençlerin öldüğünü görmüş ve halen cenazeleri çıkarılmamıştı. Abdurrahman Antakyalı’nın çektiği, elinde ekmek tutan gözü yaşlı adam fotoğrafı dünyada sembol fotoğraftır. Yaşadığı duruma değil de gençlerin ölmesine gözyaşı döken bir adamın fotoğrafıdır. O fotoğraf benim foto muhabiri olmamı sağladı, bir olayı sadece bir fotoğraf karesi ile anlatmamın mümkün olduğunu gösterdi.”
LÜTFÜ ŞİMŞEK: “ENKAZDAN ÇIKAN FOTOĞRAFI HAYATIMI DEĞİŞTİRDİ”
Fotoğraf sanatçısı Lütfü Şimşek ise, 12 Kasım gecesi Düzce’nin 10 dakika arayla 2 büyük deprem yaşadığını anlatarak, şunları söyledi: “12 Kasım özellikle benim beklediğim bir depremdi, çünkü Düzce’nin tarihinde yaşadığı depremlerde büyük depremler hep 3’lü depremlerdi. Televizyoncu arkadaşımız Mehmet İbrahimoğlu ile hazırlık halindeydik. Ahmet Mete Işıkara ile saat 21.00’de canlı telefon bağlantısı kuracaktık.
12 Kasım depremleri 2 tanedir. Biz hep 12 Kasım için bir deprem deriz, aslında 2 deprem var. 7.2 Kaynaşlı, 7.0 şiddetinde Düzce Merkez’de deprem meydana geldi. Dibek taşı değirmeni gibi Düzce’de deprem titreşimi bizi öyle çevirdi.
İmam Hatip Camisinin hemen yanında Boşnak arkadaşlar vardı. 12 Kasım ikindi vaktinde onların kaldığı yerde Hatice Teyze var. Hatice teyzeye sakın kimse ikindiden sonra akşama kadar kimse eve girmesin demişler. 12 Kasım’da oradaki sokakların yarıdan çoğu çökmüştü. O kardeşlerin kaldığı bina yan yatmıştı. O sokakta can kaybı olmamıştı.
Ben sabah saatlerinde gün ağarınca sokaklarda dolaşmaya başladım. Celal Kasapoğlu sokağına geldiğinde sokak tamamen çökmüştü. Karşı taraftan bir vatandaş geliyordu, enkazdan çıkarken fotoğrafını çektim, o fotoğraf ulusal basında yer aldı. Benim için anlamı çok büyük.
Depremden sonra sokağa inip binaları fotoğraflamaya başladım. Bir binanın önüne gittim 3 katlı ve sapasağlam duruyordu. Ancak binanın girişini bulamadım. Sonradan anladım ki zemin ve birinci katlar çökmüş. Buna benzer birkaç binaya daha rastladım.
2001 yılında deprem fotoğraflarından sergi yapmıştım o serginin ardından 12 Kasım Deprem Haftası olarak anılmaya başlamıştı. Yakınlarını arayanlar için duvara yazılan yazıları fotoğraflamıştım. Özellikle öğrenciler bu yöntemi çok kullandılar. ‘Biz iyiyiz, gençlik merkezinin arkasında çadırdayız’ diyerek telefon numarasını yazmış 3 arkadaş. O çektiğim fotoğraf da gazetelerin ilgisini çekmişti.”

